Türkiye’de gündemi izlerken, zihnimde tekrar tekrar beliren bir ortak başlık oluştu: bağımlılıklar. Madde kullanımı, temin ve kullandırma zincirleri, gençlerin içine çekildiği çirkin ilişki ağları, şantaj için üretilen görüntüler, dijital mecralarda “normal”e dönüştürülen sapmalar… Ve en sarsıcı olanı da şu: Bütün bunlar artık “uzaktaki” bir dünyanın hikayesi gibi değil. En yakınımızda, “bizden” diye bildiğimiz çevrelerin içinde, gündelik hayatın gölgesinde dolaşıyor.
Ve içimden şu cümle geçiyor: Biz ne zaman bu hale geldik?
Bunun cevabı kolay değil; çünkü soru da o kadar kolay oluşmadı. Cevabı yalnızca bireysel ahlaka indirgersek eksik kalır; yalnızca güvenlik tedbirleriyle açıklarsak yüzeyde kalır; yalnızca ceza hukukuna havale edersek geç kalmış oluruz. Çünkü bu, toplumsal yapıyla, aileyle, değer aktarımıyla ve en önemlisi de zihinsel iklimimizle ilgili bir mesele.
Bağımlılık, çoğu zaman bir “boşluk” belirtisidir
Bağımlılığı yalnızca “madde” olarak konuştuğumuzda, asıl resmi kaçırdığımızı düşünüyorum. Zira bağımlılık, çoğu zaman bir kimyasalın değil, bir boşluğun adıdır. Aidiyet zayıfladığında, anlam çözüldüğünde, sınırlar belirsizleştiğinde bağımlılık biçim değiştirerek kendine yer bulur: Madde olur, ekran olur, onay ihtiyacı olur, sürekli görünür olma arzusu olur. Hatta bazen “güç” olur, “kontrol” olur.
Bu yüzden bağımlılığı yalnızca tıbbi bir başlık gibi ele almak, meseleye eksik bakmaktır. Bağımlılık aynı zamanda bir “kültür” meselesidir. Neyi değerli saydığımızla, neyi normalleştirdiğimizle, hangi rol modelleri parlatıp hangilerini görünmez kıldığımızla da yakından ilgilidir.
Normalin sınırları kayınca, çocuk korunmasız kalır
Bugünün en büyük tehlikesi, bir çocuğun “yanlış”la karşılaşması değil; yanlışın estetikle paketlenip “hayat tarzı” diye sunulmasıdır. Sosyal medyada “özendirici” diye hafife alınan içerikler aslında çok güçlü bir yönlendirme mekanizmasıdır. Hepimiz fark etmeliyiz ki; bir dil, bir beden algısı, bir ilişki biçimi, bir haz kültürü sürekli parlatılıyor. Çocuklar ve gençler, henüz kişilikleri tam oturmadan, henüz “ben kimim?” sorusunu cevaplayamadan bu bombardımanın içine bırakılıyor maalesef.
Burada mesele olan, “yasak” meselesi de değildir; mesele koruma ve ölçü meselesidir. Çocuklarımız sınırla büyür. Sınır da baskı değildir; güvenliktir. Sınır, sevgisizliğin değil, sorumluluğun dilidir!
Aile çekilince, boşluğu ekran doldurur
Ailenin geri çekildiği her alana başka aktörler girer. Ekran girer, sokak girer, yanlış rol modeller girer. Biz aileyi sadece aynı evde yaşamak sanırsak, çocuklarımızı da koruduğumuzu zannederiz. Oysa aile olmak; konuşabilmek, dinleyebilmek, sınır koyabilmek, birlikte anlam üretebilmektir.
Türkiye’nin güçlü olduğu yer tam da burasıydı: dayanışma, sahiplenme, zor zamanda birbirine yaslanma. Bizlerin en çok koruması gereken alanda burasıydı. Çünkü bu kültürün aşınması bizi sarsıyor/sarsacak; çünkü bu çözülme bize yabancı. Bize ait olmayan bir dil, bize ait olmayan bir hayat tarzı, “özgürlük” ambalajıyla evlerimizin içine kadar sokuldu. Özgürlük elbette kıymetlidir. Ama özgürlüğün anlamı, insanı korumasız bırakmak değildir. Korumasızlık, özgürlük değil; ihmalin başka adıdır aslında.
Yayıncılık: Talep üretir, kültür inşa eder
Bu noktada yayıncılık ve platform sorumluluğu meselesini de es geçemeyiz. “Talep var, biz de veriyoruz” savunması, modern dünyada geçerli bir mazeret değildir. Çünkü yayıncılık yalnızca talebi karşılamaz; talep de üretir. Kültürü şekillendirir, normları dönüştürür, davranışlara yön verir. Aileyi küçümseyen, değerleri alaya alan, bağımlılığı cool gösteren içerikler asla masum olarak kabul edilemez.
Türkiye gibi bir ülke, dünya ölçeğinde güçlü bir aile kültürüne sahipken, bu kültürün aşındırılmasına seyirci kalamaz. Bu bir sansür tartışması değil; toplumsal sağlık ve kuşak koruma tartışmasıdır.
Mücadele nereden başlamalı?
Dolayısıyla bağımlılıkla mücadele yalnızca rehabilitasyonla, polis operasyonlarıyla, mahkeme kararlarıyla kazanılmaz. Bunlar da elbette gereklidir; ama yeterli değildir. Asıl mücadele, en başta önleyici sosyal mimariyi kurmakla başlar:
- Aileyi yeniden güçlendirmek,
- Dijital okuryazarlığı bir “aile becerisi” haline getirmek,
- Çocukları yaşına uygun içerik ekosistemiyle korumak,
- Rol modelleri yeniden tanımlamak,
- “Normal” kavramını yeniden inşa etmek,
- Aile olabilmeyi yeniden öğrenmek zorundayız. Sofrada bir araya gelmeyi, konuşmayı, dinlemeyi, birlikte vakit geçirmeyi… Bunlar basit gibi görünüyor. Ama toplumun taşıyıcı kolonları bu saydıklarımdır. Sosyal sermaye dediğimiz şey; güven, bağ, aidiyet ve anlam duygusu tam da burada üretilir. Bundan ötürü sosyal sermaye çöktüğünde, bağımlılık yükselir.
Bugün yaşadığımız tablo kaderimiz değil. Ama tüm bu yaşananlar ciddi bir eşiğe işaret ediyor. Eğer aileyi güçlendirmezsek, çocuklarımızı dijital kuşatmaya karşı koruyamazsak, değer aktarımını ihmal edersek; boşluğu gelir ve başkaları doldurur. Ve o boşluk hiçbir zaman masum kalmaz.
Sonuç olarak, bağımlılıkla mücadele aslında toplumu yeniden ayağa kaldırma mücadelesidir. Bu mücadelede en güçlü kurum ise hala ailedir. Tekrar ifade etmek isterim ki: Aileyi savunmak, yalnızca bir geleneği değil; geleceği savunmaktır.
Yorumlar
Kalan Karakter: