Türkiye’de nüfus meselesi giderek derinleşen bir tartışmanın merkezine taşınmış durumda. Bu konuyu, yaklaşan tehlikeyi defalarca kaleme alan biri olarak olayı her tarafı ile tekrar masaya yatırmak istedim. Çünkü bir taraf, nüfus artış hızının düşmesini kadınların iş hayatındaki varlığına bağlarken, bir taraf da ekonomik sıkıntıları temel sebep olarak gösteriyor. Ama ne yazık ki yapılan bu tartışmalar çoğu zaman meseleyi yüzeysel bir çerçeveye sıkıştırmış oluyor. Çünkü nüfus dediğimiz şey yalnızca istatistiklerden, grafiklerden ya da siyasi söylemlerden ibaret değildir. Nüfus; ailelerin hikayeleriyle, toplumun dönüşümüyle ve de bireyin kendi hayatına dair aldığı kararlarla şekilleniyor.
Önce, iş hayatının kadınları çocuk sahibi olmaktan uzaklaştırdığı yönündeki söylemi ele alalım:
Ben iki çocuk annesiyim. Oğlum 20 yaşında, kızım 13. 17 yaşımdan beri iş hayatının içindeyim. Çok kolay bir iş hayatım da yoktu. Hep bir mücadele vermek durumundaydım. Çok uzun saatler çalıştım halen de aynı şekilde çalışmaya ve sosyal sorumluluk projelerinde emek vermeye devam ediyorum. Okulumu da, yüksek lisansımı, masterımı da çalıştığım ve çocuklarımı dünyaya getirdiğim dönemlerde bitirdim. En büyük şansım eşim ve ailelerimizdi elbette. Sabaha kadar ders çalışmak durumunda olduğum ya da rapor yazdığım dönemlerin sonlarında, dinlenmek istediğim zamanlarda hep ailelerimiz yanı başımda oldu. Ve deneyimleyerek gördüm ki: Kadın başarmak istediğinde ve destek sistemi güçlüyse; hem çalışır hem anne olur. Dolayısıyla hem üretir hem büyütür. İşte burada önemli olan “gerçek aile” kavramıdır. Anneanne, babaanne, dedeler, teyzeler, halalar, dayılar, kuzenler… Geniş bir aileye sahip olmak ve değer bilmek. Tabii ki evlendiğiniz kişinin yaklaşımı, ve çalıştığınız işverenin bakış açısı da bir o kadar önemli… Tüm bu halkalar bir araya geldiğinde kadın güçleniyor, cesaret buluyor. Ama asıl mesele, kadının kendi potansiyeline inanması ve ailenin/çevrenin de bunu kolaylaştırmasıdır.
Ekonomi meselesine gelecek olursam:
Ekonomik koşulların etkisi elbette var; bunu reddetmek doğru olmaz. Ancak nüfus artışındaki yavaşlamayı yalnızca ekonomiye bağlamak son derece indirgemeci bir yaklaşım. Eğer mesele sadece ekonomi olsaydı, kişi başı gelirin en yüksek olduğu ülkelerde nüfus patlaması yaşanırdı. Oysa İsviçre’den Japonya’ya, Güney Kore’den Singapur’a kadar zengin ülkeler tarihlerinin en düşük doğurganlık oranlarını yaşıyor.
Buna rağmen ekonominin durumunu göz ardı etmemek gerekiyor. Tam da bu noktada, Türkiye’de son dönemde atılan bazı adımların hakkını da vermek gerekiyor. Ülkemizde “Aile Yılı” ilan edilmesi ve bu kapsamda hayata geçirilen ekonomik teşvikler, özellikle yeni evlenen ve çocuk sahibi olmayı düşünen aileler üzerinde olumlu bir psikolojik etki yarattı. Faiz destekli kredilerden kreş yardımlarına, sosyal desteklerin genişletilmesinden genç çiftlere yönelik programlara kadar çeşitli adımlar, devletin bu konuda aktif bir irade ortaya koyduğunu da gösteriyor. Ekonomik teşvikler tek başına mucize yaratmasa da, ailelerin yükünü hafifleten bir zemin oluşturarak önemli bir boşluğu doldurdu.
O halde soralım: Dünya bu demografik çıkmaza karşı nasıl bir yol haritası izliyor?
Fransa, uzun yıllardır uyguladığı cömert aile yardımları, ücretsiz kreşler ve esnek çalışma modelleri ile doğurganlığını Avrupa ortalamasının üzerinde tutabilen ender ülkelerden biri. İsveç ve Norveç, uzun ebeveyn izinleri ve kaliteli kamu kreşleri sayesinde kadınların çalışma yaşamından kopmadan anne olabilmesini sağlıyor. Bu politikalar işe yaramış. Çünkü aileyi yalnızca kadına yüklemeyerek; topluma ve devlete yaymış. Toplum kültürü de buna uygun şekilde şekillenmiş.
Öte yandan Güney Kore ve Japonya gibi ülkelerde verilen yüksek nakit teşvikler, doğum başına ödenen binlerce dolarlık desteklere rağmen etkili olmadı. Çünkü asıl sorun çalışma kültürü, bakım yükünün eşit dağılmaması ve yaşam maliyetlerindeki uçurumdu.
Biz ne yapmalıyız?
Önce aileyi güçlendirmeliyiz; geleneksel kalıplara sıkıştırmadan, bugünün gerçekleriyle. Kreş erişimini yaygın ve ekonomik hale getirmek, işverenleri teşvik etmek, belediyeleri mahalle kreşleri konusunda daha aktif kılmak da şart. Doğum sonrası esnek çalışma modelleri hem anne hem işveren için kazan-kazan yaratır. Ayrıca babalık izinlerinin genişletilmesi de önemli. Çünkü bakım yükünün dengelenmesi kritik bir unsur.
Ve sosyal medya… Bugünün en güçlü toplumsal alanı. Aile olmanın güzelliklerini, dayanışmayı, kariyer ve anneliğin birlikte mümkün olduğunu anlatan bir dil kurmalıyız. Ve bunu yaygınlaştırmalıyız.
Nüfus meselesinin çözümü tek bir faktörle mümkün değil. Güçlü aile bağları kurulmalı, ailenin kutsallığı ön plana çıkarılmalı, kapsayıcı politikalar devam ettirilmeli ve toplum olarak birbirimize güç olmayı yeniden hatırlamalıyız.
Yorumlar
Kalan Karakter: